Kafkas göçmenleri (Çerkezler) ve Türkiye

Çerkez olarak adlandırılan Kafkasyalı feodal kabilelerin tamamı Turanî’dir. Kafkasya’da 89 feodal (etnik?) gurup sayılmıştır. Alt kollar da sayıldığında bu sayı 129‘u bulmaktadır. Bunların 30’dan fazlası öz be öz Türk soyundandır. (Dağıstanlılar, Karaçaylar, Kumuklar, Misketler, Ahıskalar, Acaralar, Karapapaklar, Azeriler vs. ilk akla gelenlerdir.) Diğerleri de akraba kavimlerdir.

Öte yandan, devlet ve sosyal hayatımızda Çerkez olarak adlandırılan bu vatanın evlatları sayısız hizmetlerde bulunmuşlardır. Bayrak ve vatan sevgisi noktasında farklılıklarımız yoktur.

Son 25 yılda değişen ve dışarıdan bizlere dikte ettirilmeye çalışılan Batı kaynaklı planlar sonucu, önce insan hakları, sonra demokratik açılım başlıkları altında azınlık şuuru yaratılmaya çalışılmaktadır. Maalesef bu çalışmalarda Çerkez kardeşlerimiz de hedef alınmıştır.

Öncelikle Çerkezce diye bir ayrı dil yaratılmaya çalışılmaktadır. Halbuki, Kafkasya’da Çerkezce diye bir dil yoktur. Değişik kabile ve kültürlerin dilleri bulunmaktadır. Genel olarak ta bu dilleri kullananlar birbirlerinin dilini anlamamaktadır. Çerkezce kabilelere göre özellikler gösterir. Abzeh, Şapsığ (Şıpsı), Çemguy, Bjeduğ, Hatukay, Ç’ahe, Kabardey (Kabartay), Besleney, Kumuk, Karaçay, Dağıstan, Çeçen, İnguş, Oset, Mingrel lehçeleri kabilelere göre kullanılan dillerdir. Abazaların üç ayrı lehçesi vardır: Apsuva, Aşuva ve Aşharuva lehçeleri.

İsmet Berkan[1] 2004’teki yazısında diyor ki:  “… hafta boyunca ‘Çerkezce’ diye bir dilden söz edildi. Böyle bir dil yok…

Kafkas sıradağlarının üzerinde ve güney ve kuzey eteklerinde yaşayan onlarca halk, konuşulan onlarca dil var. Bu diller evet birbirleriyle akraba ama bazıları birbirlerini hiçbir biçimde anlamıyor. Abhazların konuştukları dille Dağıstanlıların konuştukları dil ayrı ayrı mesela. Yine mesela Abhazlarla … Gürcülerin dilinin bir akrabalığı bile yok. Aynı şekilde Mingrellerin dili ile yine yakın coğrafyadan Osetlerin dili birbirinden ayrı.

Türkiye’deki Kafkasya kökenlilerin neredeyse tamamı, bizim ’93 Harbi’ diye adlandırdığımız… dönemde Anadolu’ya göçmüş insanlar… Kabartaylar, Çeçenler, İnguşlar, Dağıstanlılar ve çok az sayıda da Oset göçmüş buralara. Ardından sıra Güney Kafkasya’ya gelmiş, Abhazlar, Mingreller, Gürcüler göçmüş.”

Kafkas kökenli bir öğretim üyesi dostumuz, Kafkasya ile ilgili olarak şu yorumu yapmıştır: Anadolu’ya Kuzey Kafkasyadan zorla göç ettirilen ve Anadoluya veya Komşu Ülkelere yerleşen insanlara Türkiyede genel olarak Çerkez denir. Bunların içinde Abazalar, Osetyalılar(Asetinler), Dağıstanlılar, Kabartaylar, Adıgeler, Karaçaylar, Şabsığlar, Kumuklar, Çeçenler, Avarlar vb.. vardır. Kezey Kafkasya Coğrafyasına baktığınız da Rusya Federasyonu içinde ve Gürcistan’dan ayrılmaya çalışan  Özerk bölgeler vardır.Rusya Federasyonu içinde Adige, Karaçay-Çerkes Kabartay, Dağıstan, Kuzey Osetya, Çeçenistan Özerk bölge veya cumhuriyetleri  bulunmakta.Gürcistandan Bağımsızlığını ilan eden Abaza ve Güney Osetya Cumhuriyetleri vardır.. Anadolu coğrafyasında  bütün bu bölgelerden gelen insanların torunları yaşamaktadır. Dil bilenlerin  birçoğu farklı  diller konuşur. Örneğin Çeçenler, Abazalar, Dağıstanlılar, Osetyalılar, Kabataylar, Abhazlar, Ubıhlar farklı diller de konuşurlar. Çoğu da birbirlerini anlamazlar. Adige Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayanlar içinde Abhaz, Şabsığ, Kabartay  vb..gurupların olması nedeniyle yakın lehçeler kullanır ve kısmen birbirlerini anlayabilirler.

Çerkezce diye tek bir dil mevcut değil. Yukarıda belirttiğim grupların her birinin ayrı bir dili var. Ayrıntı bilinmediğinden, yada  Karaçay-Çekes bölgesinden gelenlerden etkilenerek  yanlışlıkla  Kuzey Kafkasyalıların konuştuğu dillerin tümüne birden Çerkezce denmektedir. …Dağıstan’lı bir gencimizin konuşmasında sadece Dağıstan’da 72 çeşit dil konuşulduğunu söylemişti.”

Çerkezce’yi ayrı bir dil olarak vurgulayanlar dahi aynı gerçeği kabul etmektedirler: “Çerkezce dünya dilleri arasında ayrı bir aile sayılan Kafkas dilleri içinde yer alır; akraba dilleri Abazaca ve Ubıhça ile birlikte Kuzeybatı Kafkas grubunu oluşturur. Bu üç dilin yaklaşık 3000 yıl önce tek bir Kuzeybatı Kafkas dilinden ayrıldığı kabul edilir. Dil yapıları ve mantığı çok benzer olmasına, ortak kökenli çok sayıda sözcüğü paylaşmalarına rağmen, karşılıklı anlaşılır diller değil bunlar.”[2]

Keza Kafkasya’da Azerbaycan Türkçesi ve Gürcüce, Çerkez lehçelerinden daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Tüm bu diller ve lehçeleri,  göçlerle Anadolu’ya taşınmış olup, az veya çok insanlarımız tarafından kullanılmaktadır. Azerbaycan Türkçesi ve Gürcüce hariç diğerleri genel bir isim olarak Çerkezce olarak anılmaktadırlar.

İster dil deyin, ister lehçe deyin, isterseniz ağız.. Bir gerçek var: günümüzde Çerkezce veya Çerkez lehçeleri olarak anılan diller, çok yakın ve dar bir coğrafyada yaşamış olmalarına rağmen birbirlerinden çok farklı.. Hatta dil derecesinde farklı… O yüzden dir ki, Manyas’lı Tevfik Esenç’in 1992’de ölümüyle Ubıhça da ölü diller arasına katıldı. Konuşan-anlayan kimse kalmadı.

Kullanım oranlarına gelince: Türkiye’de, anadilini Çerkezce olarak bildirenlerin oranı % 0.5’in, Gürcüce ise % 0.1’in altındadır.

Vurgulamalıyız ki: bunlar bizim kültürel zenginliklerimizdir.

Ancakkk…

Dil, millet oluşumunun en önemli ögelerinden biridir. Dili olmayan millet olamaz. Binlerce yılı bulan sürede ve çok dar bir alanda birlikte yaşamalarına karşılık, birbirini anlamayan lehçelerin (dillerin) birleştirilerek tek dil oluşturulması suni millet yaratma gayretinden başka bir şey değildir.

Çerkez dili konusundaki gayretler endişe vericidir. Şüphesiz Kuzey Kafkas lehçeleri ile Kırmanço lehçesini, Çerkezler ile Kürtçüleri aynı kategoriye koymak haksızlık olacaktır.

Öte yandan, 150 yılı aşan birlikteliğimizde, hiçbir sorun yaşamadığımız, bayrağa ve vatana ortaklaşa sahip çıktığımız Çerkez kardeşlerimiz, birliğimize kasteden odaklar tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır.

Osmanlılar döneminde Çerkezler;

Osmanlılar’ın Kafkasya’daki topluluklarla ilk ilişkileri  1475 yılında başlamıştır. O tarihte, Venedik kolonileri olan Kefe’yi hemen sonra da Azak’ı ele geçirilmesinden sonra  Kırım Hanlığı da Osmanlı himayesine girmiş; Kafkasya’yla sınır olunmuştu. Bu tarihten sonra Osmanlı Çerkez ilişkileri gelişmeye başlamıştır.

Yavuz Sultan Selim’in, 1517’deki Mısır seferinde Çerkezlerin bulunduğu; çok sayıda  Çerkez bilgin ve askerlerin de beraberinde İstanbul’a getirildiği bilinmektedir.

Osmanlı- Kafkasya münasebetleriyle ilgili belgeler azdır. İlk yazılı belgeler arasında, “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” (1611-1682) ve Ferruh Ali Paşa’ın kâtibi Haşim Efendi’nin “Çerkezistan Gezi Notları” vardır.(1780-1785 arasında başlar)

Osmanlı kayıtlarındaki ilk resmi belge ise, Hicri 09/C/1270 tarihli (Miladi 1854) “Ticaretle iştigal etmek üzere Dersaadet’e gelip giden Çerkezlerin Trabzon’dan memleketlerine gitmelerinde kendilerine engel olunması” konusundaki emirdir.

1700’lü yıllarda başlayan Rusya’nın sıcak denizlere inme ve Hindistan’ı ele geçirme politikalarına bağlı olarak Kafkasya’ya saldırmaları, Osmanlılar’ın Kafkasya’ya ilgilerini artırmalarına sebep olmuştur. Bu ilgi Rusya’nın durdurulması amacına yöneliktir. Ancak yine bu tarihten itibaren Kafkasya’dan getirilen kölelerin İstanbul ve Osmanlı Sarayı’nda yer buldukları da bir gerçektir.

Öte yandan Rusya’nın Kafkasya’ya yönelik saldırıları sonucu ortaya çıkan savaş ortamının ikili ilişkileri artırdığı açıktır.

Devrim öncesi Rus kayıtlarında Kafkas savaşlarının başlangıç tarihi 1799 olarak verilmektedir. Batılı kaynaklarda ise, 1782’de Nogayları katledilmesinin Kafkas savaşlarına giriş sayılabileceği görüşü hâkimdir.

Aynı şekilde, Türk tarih yazımı da, Suvorov’un Nogayları yok etmesi olayının Kuzey Kafkaslar üzerindeki “önemli sonuçlarına” değinerek, Babıâli’nin Şeyh Mansur’u Ruslara karşı “kışkırtması”nı Kafkas savaşının başlangıcı olarak göstermektedir. Türk tarihçileri, Şeyh Mansur İsyanı’nın, ilk kez “tüm Kafkas boylarını birleştirmeye” yeltenerek “Kafkasya’nın kaderini değiştirdiği” olgusunu özellikle vurgulamaktadırlar.

Bu gelişmelere karşılık, Rusların, Kuzey Kafkas halklarına karşı genel askerî harekâtı, 1816’da başlamıştır.

Kafkas savaşlarının seyrini üç döneme ayırmak mümkündür:

1) İlk dönem 1816–1846 yılları arasını kapsamaktadır. Bu, Rus birliklerinin bölgeyi işgal etmedikleri ve elde tutmaya çalışmadıkları, ancak tehlikeli kişileri tutuklamak üzere tenkil müfrezeleri yolladıkları; dağlıların Türkiye ile alışverişine ve Kafkasya’ya silah sokulmasına engel olmak üzere de Karadeniz kordon boyunu oluşturmaya başladıkları dönemdir. Bu dönemde Kafkasya’dan Türkiye’ye toplu bir göçten bahsetmek mümkün değildir. Bireysel diyebileceğimiz düzeyde ailelerin göçleri söz konusudur.

2) İkinci dönemin (1846–1856) özelliği, Rus birliklerinin yavaş ilerleyişi ve ele geçirdiği toprakları zapt ederek Kazakları iskan etmeleridir. Bu dönemde göçler artmış; Kafkas göçmenleri Türkiye’nin sosyal ve idari hayatında yer almaya başlamışlardır.

3) Üçüncü dönem (1856–1864), Kuzey Kafkasya’yı boyunduruk altına alma planının hazırlandığı ve uygulamaya konduğu dönemdir. Bu dönemde dağlılar toplu olarak sürgün edildiler. Bölgeye Ruslar iskân edildiler. Toplu göç (Büyük göç) olmuştur.

Osmanlı’daki ilk Çerkezlere yönelik teşkilat, 1841’de kurulan ve göç eden Kafkas halklarına yardım amaçlayan komitedir. 1859 yılında yaşanan Kılıç Ali Paşa Camii darbe teşebbüsünde, tarihimizde ilk defa Çerkez asıllı vatandaşlarımız devlete karşı kullanılmak istenmiştir. Ancak bu olay, ayrılıkçı bir hareket olmayıp; iktidar peşinde koşan kişilerin istismarıdır.

1859-1879 yılları arasında, 1,5 milyonu Çerkez olmak üzere 2 milyon Kafkasyalı Müslüman halk topraklarını terk etmiştir. Bunun beş yüz bininin, öldüğü iddia edilmektedir. Yalnız burada bir hususa dikkat etmek gerekir: Göç edenlerin içerisinde bizlerin “Tatar” dediğimiz “Nogay” ların, Azerilerin, Gürcülerin, Dağıstanlılar ve diğer Türk kökenli Kafkas kabilelerinin de olduğu unutulmamalıdır.

Osmanlı Hanedanı Çerkez göçmenlere özel ilgi göstermiştir. Denilebilir ki, bu günkü Çerkezler varlığını Osmanlı desteğine borçludur.

Osmanlı yönetimi göçenlerin hiçbir zaman bir yerde toplanmalarına izin vermemiş; belli bir iskân politikasıyla değişik yerlere yerleşmiştir.  Bu yerleştirmelere bağlı olarak günümüzdeki Kafkas (Çerkez) kökenli vatandaşlarımız Ordu-Samsun-Amasya hattında bulunmaktadır. Bu hat daha sonra ikiye ayrılmaktadır. Bir kısmı İstanbul’a uzanan hatta Çorum-Kastamonu-Adapazarı-Bursa illerini kapsamakta iken; diğeri Sivas-Kayseri-Maraş üzerinden Lübnan ve Ürdün’e kadar uzanmaktadır. İlk etapta Balkanlara yerleştirilen bazı Kafkasyalılar ise Balkan savaşlarından sonra aynı bölgelere yeniden iskan edilmişlerdir.

Çerkezlere ilgi gösteren ve “özel alay” teşkili (Hamidiye alayları?) yönünde düşünceleri olan Abdulhamit Han, “Çerkez tarihi” yazma girişimleri üzerine, söz konusu kişileri sürgüne göndermiştir.[3]

II. Meşrutiyet döneminde (1908) diğer azınlıklarla beraber (Ermeni, Rum, Arap, Kürt dernekleri ile birlikte) “Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti” kurulmuştur. Tüm bu dernekler görünüşte kültürel amaçlı olmakla birlikte, siyasi sahada da etken olmuşlardır. “Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti” Çerkezcilik yönünde çalışmalar yapmıştır.

“Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti”, Adige lehçesi ile yayınlar yapmış, “Özel Çerkez Örnek Okulu”nu açmıştır. 1910-1912’de Muhacir komisyonları arasında Abaza-Çerkez Komitesi oluşturulur. Her iki teşkilata dayanan yapılanma ile 1914’te “Şimali Kafkasya Cemiyet-i Siyasiyye”sini gerçekleşmiştir. [4]

Küçük grupları ilgilendiren bu hareketlere rağmen, genelde, Çerkezler için Osmanlı kutsal devlettir. Anneleri, eşleri ve damatları Çerkez olan padişahlar vardır.  Osmanlı toprakları Çerkezlerin ikinci vatanları olmuştur. Birlik beraberlik içerisinde yaşamış; kız alıp-vererek akrabalıklar daha derinleşmiştir. Bürokraside, Silahlı Kuvvetlerde, güvenlik birimlerinde sayısız görevler almış ve hizmet vermişlerdir.

Devlet yapılanmamız içerisinde, Çerkez kökenli, Sadrazam, Şeyhülislam, Vezir, Paşa, Müşir (Mareşal), Serasker (Ordu Komutanı), Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı), Serdar,Vali, Büyükelçi, Cündi (Süvari Komutanı) gibi görevlerde bulunmuş olan Çerkezler 450’nin üzerindedir. 100 civarında Müşir vardır. Sadrazamlarımızdan 12’si Kafkasya kökenlidir. Bunlar: Özdemir Oğlu Osman Paşa (1527-1585), Derviş Mehmet Paşa (1585-1655), Çerkez Ahmet Paşa (?-1625),  Siyavuş Paşa (?-1662), Melek Ahmet Paşa (?-1662), Silahtar ve Nişancı Süleyman Paşa (?-1715), Palabıyık Hasan Paşa (1715-1790),Meyyit Hasan Paşa (?-1810), Hüsrev Koca Mehmet Paşa (1776-1885), Tunuslu Hayrettin Paşa (1819-1890), Mahmut Şevket Paşa (1856-1913),Salih Hulusi (1864-1939).

20.yy’ın başlarına geldiğimizde Batılı Devletler tarafından desteklenen Çerkezcilik akımının, İstiklal Savaşı döneminde tekrar gündeme geldiğini görmekteyiz. Bu konuda iki isim sembol haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bunlar Çerkez Ethem ve Kuşçubaşı Eşref’tir.

Burada, Çerkez Ethem’in hayat hikayesi ve Kuşçubaşı Eşref’le birlikte, Bursa-Balıkesir-Mudanya bölgesinde kurmaya çalıştıkları Batı Anadolu Çerkez Devleti’nden bahsetmek gerekmektedir.

İzmir’deki Çerkez Kongresi, 24 Ekim 1921tarihinde, Muhalif Çerkezleri temsil eden Sarki Karib Çerkezlerin Temin-i Hukuk Cemiyeti öncülüğünde düzenlenmiştir.

Cemiyette bünyesinde, Yunanlıların işgalindeki 19 vilayette yasayan 17 farklı Kafkas kavminin temsilcileri bulunuyordu. Kongre sonunda bir bildiri yayınlanmıştır. İngiltere’ye hitaben, Anadolu’nun Karadeniz kıyı bölgesinde, İngiliz himayesi altında bir Çerkez devleti kurma talebi dile getirilmiştir.

Kongrenin ardından İzmir’deki Çerkez Kulübü, Yunan ordusu içinde, 150 atlı ve 400
piyadeden oluşacak bir Çerkez Birliği oluşturma kararı aldı. Ermeni gazetesi Cagatamart’ın bildirdiğine göre, birlik 300 piyade ve 400 atlıdan oluşacaktı.

Bir başka Ermeni gazetesi olan Azatamart’ın verdiği habere göre ise, 1921 Temmuz’unda, Balıkesir’e bağlı 169 Çerkez köyünün temsilcileri Yunan Bakan Keotokis’e, Yunanlılarla birlikte milli kuvvetlerimize karşı savaşacak bir Çerkez süvari alayı kurmayı teklif etmişlerdir. Yunan ordu kaynaklarından edinilen bilgilere göre, birkaç atlı grup oluşturan Bandırma ve İzmir Çerkezleri, Yunan saflarında çarpışmışlardır. Keza, Çerkez temsilciler, Türk tâbiyetinden çıkarak Yunan nüfusuna girmek istediklerini de bildirmişlerdir.

Yunanlı’ların Komutanlığı ve İngilizler’in, otonomi vaadiyle Çerkezleri bastan çıkarma umudu gerçege dönüşmedi. Devlet kurma işinde başarılı olamazlar. Yunanlılar’ın İzmir’den çıkarılması üzerine Çerkez Ethem, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşleri Yunanlılar’la birlikte kaçıp Atina’ya giderler. İzmir Çerkez Kongresi’nin yarattığı etki, İstanbul’da yapılan Çerkez Kongresi’nde, Kemalist hükümete desteğin dile getirilmesi ve İzmir Kongresi’nin protesto edilmesi yönünde alınan kararla yıkıldı. Çerkez Ethem ülkeden ayrıldıktan sonra, Milli Hükümet, Manyas’a bağlı 14 Çerkez köyünü iskana tabi tuttu.

Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, ağabeyleri ve yakın adamlarıyla birlikte, Ethem Bey’in de gıyabında verdiği 9 Mayıs 1921 tarihli ve 573 sayılı karar ile “Müsellahan takibi hükümet cürmünü irtikap ederek”, düşman tarafına firarından dolayı idama mahkum oldu.

Lozan Anlaşmasından sonra düşmanla işbirliği yapan 150 kişi (çoğu yurtdışına kaçmıştır) vatandaşlıktan çıkarıldı. İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan ilk liste başlangıçta 600 kişiden oluşmakta idi. Ancak Lozan Atlaşması‘nın bir maddesinde sürgün edilecek insanların sayısının 150’yi geçmeyecek şeklinde öngörmesi üzerine bu liste ilk önce 300 ardından da 150 kişiye indirilmiştir. 150’likler adı verilen bu liste 23 Nisan 1924 tarihinde Bakanlar Kurulu ve TBMM tarafından kabul edilmiştir. Yüzellilikler arasında, Padişah VI. Mehmet (Vahdettin)in maiyeti, kabine üyeleri, Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar, Kuva-yi İnzibâtiye’ye dahil kabine üyeleri, Asker ve idareciler, Çerkes Ethem ve avânesi, Çerkes Kongresi’ne murahhas olarak iştirak edenler, polisler ve gazetecilerden oluşuyordu. Bu noktada üzerinde durmak istediğimiz konu, Çerkez Ethem ve kardeşleri ile Kuşçubaşı Eşref ile kardeşinin de 150’likler içerisinde ülkeyi terketmiş olduklarıdır. 150’liklerden 86’sı Kafkas kökenli olup, büyük kısmı, İzmir’de 1921’de Yunan kontrolünde gerçekleştirilen ve Batı Anadolu’da Çerkez devleti kurma çalışmalarına katılan kişiler bulunmaktaydı.

Batı kaynaklı Kafkasyalıları hedef alan strateji onların ölümünden sonra da devam etmiştir. 1960’lara geldiğimizde Batı Alman gizli servisi destekli “Kuzey Kafkas Kültür Halkası” başlığı altında çalışmalar gündeme gelmiş; Kafkasya ile birlikte Doğu Karadeniz de hedef alınmıştır.

Bu çalışmalar halen dahi devam etmektedir. Batılı stratejistler ve alkademisyenlerin bu konudaki çalışmaları devam etmektedir. Hedef milli birliğimizi parçalamak; birbirimize düşürerek kolay hedef haline getirmektir. Turanî soydan gelen, kız alıp-kız verdiğimiz, bayrak- toprak uğruna ve Allah yolunda beraber çarpıştığımız kardeşlerimiz, bireysel-ulusal ve uluslararası menfaatler için “Çerkezcilik” adı altında kullanılmak istenmektedir.


[1] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=119165

[2] http://www.nartajans.net/nuke/News-file-print-sid-3458.htm

 

[3] Ahmet Efe. Efsaneden gerçeğe Kuşşçubaşı Eşref. 2. Baskı Bengi Yayınları. İstanbul 2010. Sh 18.

[4] Ahmet Efe. A.g.e. Sh 19-20.

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir