Tarih, belge-bilgi esasına dayanan bir bilimdir. Çalışma konularına ve inceledikleri dönemlere göre konulara ayrılır.Medeniyetler tarihi, kültür tarihi, askeri tarih, siyasi tarih, sosyal tarih gibi…
Hatta daha ileri giderek, devletleri ve zaman dilimini esas alan (çağlar) tarih ve tarihçiler de söz konusu olmaktadır. Selçuklu tarihi, Roma tarihi, Fatih dönemi tarihçisi, Abdulhamid dönemi tarihçisi gibi….
Her tarihçinin çalışma sahası kendine göre özelik taşır. Genellikle kaynakları, arşivler ve kütüphaneler olmakla birlikte, hüküm aşamasında, tarihi olayların, çağındaki ve günümüzdeki etkilerinin iyice incelenmesi gerekir.
Resmi tarih ise, bir bilim olmayıp, çağın sosyal ve siyasi gerçeklerinin etkisi altında kullanılan ifadelerdir. Gerçek tarihçilerden ziyade, günün şartlarına uygun ifade sahiplerine aittirler.
Yirminci yüzyıl Türkiye’sinde, resmi tarih söylemlerinde yaşanan çarpıtmaların çoğunluğu, Osmanlı dönemi ile ilgilidir. Birkaç örnek vermek gerekirse:
a-Osmanlı, bir “dini devlet”tir.
b- Osmanlı, “İlay-ı Kelimetullah”ın yayılmasına çalışmış ve İslamiyet’i yaymıştır.
c-Osmanlı bir “yeniçeri devleti”dir. Osmanlı’ya askeri başarıyı sağlayan unsur yeniçerilerdir.
d-Sultan II. Abdulhamid döneminde toprak kaybedilmemiştir.
e-Çanakkale’de 250.000 şehit verdik.
f-Allahuekber Dağları’nda bir gecede 90.000 askerimiz donarak öldü.
Bu kısa görüşlere karşı bilgileri sunacak olursak:
a-Osmanlı, şer’i hükümleri uygulamakla birlikte, yeri geldiğinde şeriata tamamen karşı olan hükümleri de uygulamaktan çekinmemiştir. Bu konularda alınan fetvaların dini açıdan geçerlilikleri yoktur. Şehzadelerin katledilmeleri ve Ebussuut Efendi ve çağdaşlarının Aleviler hakkındaki fetvaları buna örnektir.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın Teşkilat Kanûnnamesi’nin 37. maddesi şöyledir: “Ve her kimesneye ki evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münasip görülüp, ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.”
İslam’a göre, insanların katledilmesi (idam cezası) ancak belirli şartlar altında mümkündür. Kanunnamedeki bu hüküm, Kur’an-ı Kerȋm’deki adam öldürmek ile alakalı beş ayetle uyuşmamaktadır:
“Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez… Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır (4/92-93), Bunun içindir ki, İsrâiloğulları’na: “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur… (5/32), Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur. (17/33), Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur. (25/68)”
Aleviler konusunda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi bir fetvasında, “Kızılbaşlar’ın topluca öldürülmeleri helal olup, bu din uğruna yapılan büyük savaştır. Bu savaşta ölmek de şehitliğin en ulusudur.” demiştir.
Keza, kendisine yöneltilen, ” Kızılbaş kadınlarını esir alıp birleşmekle İslam askerlerine güç ve kuvvet geliyor, din düşmanları ise güçsüz düşüp aşağılanıyorsa bu görüşe dayanarak hareket etmek şeriat kurallarına uygun olur mu?” sorusuna verdiği cevap çok kırıcı ve şaşırtıcıdır: “Olur.”
Bu fetvaların dini bir devlette söylenmesi, İslam dininin temel esaslarıyla ve Türk Müslümanlığının imani ve ameli görüşleri ile çelişmektedir. Zira, Türk Müslümanlığının imani esaslarında Maturudȋ görüşler kabul edilirken amelde ise İmam-ı Azam’ın görüşleri kabul görmektedir. Her iki imam da ibadeti, “kul ile Allah arasında” görmekte, kişinin Müslüman kabul edilmesi için, “kelime-i şahadet”i yeterli bulmaktadır.
Bir an için, yukarda bahsedilen fetvaların İmam Eş’arȋ’nin görüşleri doğrultusunda verildiğini kabul etsek dahi; yaklaşık 500 yıllık süreçte namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, zekat vermediği ve hacca gitmediği için öldürülen bir tek sünninin dahi bulunmaması (?), fetva sahiplerinin kötü niyetli olmaları ile açıklanabilir.
b-Osmanlı’nın, “İlay-ı Kelimetullah”ın ve İslamiyet’in yayılması için çalıştığı ifadesi, gerçekleri yansıtmamaktadır. Zira , Osmanlı’nın devlet ve fetih meselesinde hakim olan felsefe, “fethet-vergilendir”dir. Fethedilen ülkelerin müslümanlaşması, gayrımüslimlerden alınacak verginin ve dolayısıyla devletin gelir kaybı demektir. BU yüzdendir ki, fethedilen ülkelerin vergiye bağlanması; buna mukabil dinlerine dokunulmaması yaygın bir uygulama olmuştur. Nitekim, Osmanlı’nın en şaşalı olduğu ve Türk asrı olarak anılan bin beş yüzlü yıllarda, Balkanlarda İslamiyet’e geçenlerin yıllık sayısı üç yüzü geçmemiştir. Benzer şekilde, Trabzon’un fethinden günümüze değin Karadeniz ‘de İslamiyet’e geçen ailelerin sayısı bin civarındadır.
c- Osmanlı’nın askeri başarılarını yeniçerilere bağlamak, tamamen art niyetli yorumlardan kaynaklanmaktadır. Yeniçeri Ocağının Kuruluşu 1. Murat dönemine tekabül etmektedir. (1362)
Ordunun esas gücünü hafif süvariler olan sipahiler yapmaktaydı. Ordu genelinin % 5’ini bulmayan yeniçerilerin asıl görevi padişahı korumak olup; genelde savaşta sipahilerin dağıttığı birliklere son darbeyi vururlardı..
14 yy’da bini geçmeyen yeniçerilerin sayısı, 1475 yılında altı bin idi. Bu hesaba göre, İstanbul’un fethinde göre alan yaklaşık üç yüz bin kişilik askerin içerisindeki yeniçeri sayısı beş-altı bindir. (Fetihte görevli olan askerlerden yaklaşık yüz bini Edirne’de ihtiyat olarak tutulmuşlardır. Söz konusu askerlerden yaklaşık yüz bini diğer kutlu savaşa destek için Türkmen beyliklerden gelen destek kuvvetlerdir.)
Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünde sayıları on üç bin kadardı. Duraklama devrinden itibaren yeniçeri ocağına Türkmenlerden de asker alınmaya başladı. Ancak bu grup İstanbul’da değil 18 yy ortalarında Osmanlı ordusunda yüz on üç bin yeniçeri vardı.
d- Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı hükümdarları arasında en çok tartışılanlardan biridir. Sevmeyenleri tarafından “Kızıl Sultan” olarak anılırken, sevenleri tarafından “Gök Sultan” veya “Ulu Hakan” olarak anılmaktadır. Sevenleri tarafından, “33 yıllık iktidarında tek karış toprak kaybedilmemiştir” ifadesiyle savunulurken, hiç bir belge gösterilememektdir. Gerçekte ise, Abdülhamid Han’ın 33 yıllık saltanat döneminde Osmanlı’nın, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbıstan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybettiği iddiası da bulunmaktadır. Söz konusu topraklar, bugünkü Türkiye’nin iki katıdır.
e- Çanakkale Savaşı’nda, her ne kadar iki yüz elli bin şehit verdiğimiz yazılsa-söylense de, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi belgelerine göre, – kara ve deniz muharebelerinde verilen subay ve er şehit sayısı toplam elli yedi bin iki yüz altmış üçtür.
f- Sarıkamış Harekatı’na katılan asker sayımız yetmiş altı bindir. Harekat, 22 Aralık 1914 tarihinde başlamış ve on sekiz gün sürmüştür. Yetmiş altı bin askerin katıldığı ve on sekiz gün süren bir savaşta bir günde doksan bin askerin donarak öldüğünü söylemek abesle iştigaldir. Genelkurmay kayıtlarına göre, Sarıkamış Harekatı’ndaki şehit sayımız yirmi üç bin civarındadır.
Sarıkamış Harekatı’nda doksan bin şehit ifadesi, olaydan sekiz sene sonra, emekli Binbaşı Şerif Bey’in yayınladığı bir kitapta yer almıştır. Abartmaların gerisinde, İstiklâl Savaşı’nın en zor günleri yaşanırken Ankara yönetiminin, Rusya’da bulunan ve milli hareketin başına geçmek sevdasına düşen sabık başkumandan Enver Paşa’nın prestij kaybını sağlamak düşüncesi vardı.
Devam edeceğiz…..