Değişen Uzak Asya Jeopolitiği ve Türkiye-Çin İlişkilerine Etkileri

1960 İhtilali sonrasında verilen bir resepsiyonda, Çinli bir diplomat, rahmetli Muzaffer Özdağ ile sohbetteyken, “Gelecek yüzyılda sizinle komşu olacağız” der. Muzaffer Özdağ’ın cevabı düşündürücüdür. “Haklısınız, ancak nerede? Çin Seddi’nde mi? Kafkasya’da mı?”

…..

Muzaffer Özdağ’ın oğlu Prof. Ümit Özdağ, ASAM’da başkan iken, Çin’de yayınlanan bir askerî dergide yayınlanan yorumda, Çin’in Orta Asya’daki politikaları için Türkiye’nin Kafkasya’da durdurulması bunun için de Ermenistan’ın desteklenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Yazının hemen akabinde  Çin’den birer Korgeneral, Tümgeneral, Tuğgeneral ve askerî memurdan oluşan bir heyet ziyaretine gelir. Prof. Özdağ konuyu ziyaretçilere açtığında, yazı yalanlanır. Derginin kendilerine sunulması üzerine savunmalarını tevil ederler: “O dergi önemsizdir.”

Çok değil, kısa süre önce Doğu Türkistan’da Uygur kardeşlerimizin yaşadığı acı olaylardan ve “geleceğin süpergücü Çin” söylemleri henüz hafızalarımızdan silinmemişken, -kendi adıma sürpriz- bir olayla karşılaştım. 2012 yılının Türkiye’de Çin kültürünü tanıtma yılı olarak belirlenmesi çerçevesinde Uygur kardeşlerimizden oluşan müzik ve dans grubu Türkiye’ye getirildi. Samsun’da kendilerini izlemek imkanını buldum. Tek bir tane Çince şarkının yanında, Uygur, Kazak, Kırgız müziklerinden ve halk oyunlarından örnekler verildi. Çince şarkıyı okuyan da Uygur kızı ile evlenmiş bir Dungan (müslüman olmuş Çinli) idi.

Yaklaşık 7-8 yıl önce, “Türkiye, Kafkaslar’da durdurulmalıdır” diyen Çinli stratejistlerden sonra, ne değişmişti ki, Çin’in Türkiye stratejisinde böylesine önemli bir gelişme yaşandı? Konser esnasında aklıma takılan bu soru, Asya jeopolitiğindeki değişmeleri ve geleceğini düşünmeme sebep oldu.

Kanaatim o dur ki, Türkiye-Çin ilişkilerindeki bu yumuşama, ne “milli düşman- milli dost” kavramından kaynaklanmakta, ne de “kara kaşımız-kara gözümüz” için yapılmaktadır.

Konuyu daha açık olarak ortaya koyabilmek için uzak Asya’daki jeopolitik gelişmeleri ve geçmişten günümüze emperyal devlet anlayışındaki değişimi ortaya koymakta yarar vardır.

Geçmiş yüzyıllardan gelen ve  silahlı güçlerin hakimiyetine dayanan emperyal (büyük) devlet anlayışı, soğuk savaş-dehşet dengesi döneminden beri geçerliliğini kaybetmiştir. Yirminci yüzyılda yaşanan savaşların sebep olduğu büyük yıkımlar ve akabinde küreselleşen dünya, silahlı güçlerin denge ve dehşet unsuru olarak algılanmasına yol açtı. 1950 Kore savaşı ile başlayan ve en son Irak-Körfez müdahalesi ile son bulan dönemde emperyal güçlerin silah zoru ile dünya hakimiyetinin mümkün olamayacağı görülmüştür. Usame bin Ladin- El Kaide’nin on dokuz intihar fedaisi, Dünya’da tek super güç olan ABD’nin emperyal felsefesini kökünden sarsmıştır.

2001’de ABD’e yapılan saldırılardan sonra değişime uğrayan postmodern imparatorluk anlayışı, kendi ülkesini mücadele zemini olmaktan korumayı esas alırken, tüm “Dünya’da bölgesel dengelerin oluşmasını” ve “küresel güçlere rakip olabilecek güç odaklarının engellenmesini” esas almıştır. Daha açık ifade ile küresel güçler, bölgesel güçleri birbiri ile yarıştırıp-vuruştururak ve gereğinde ekonomik-askerî destek vererek, denge politikaları izlemektedir.

Merkezi Amerika’da bulunan, Stratfor isimli yarı resmi istihbarat kuruluşunun başkanı olan George Friedman bu konuyu,

  1. “Mümkün olduğunca dünyada ve her bölgede güç dengesini sağlayarak enerjileri tüketip, tehditleri ABD’nin üstünden saptırmak.
  2. ABD’nin diğer ülkeleri yönlendirdiği, meydan okuma ve çatışmaların yükünü kaldıracak ittifaklar oluşturmak; bu ülkeleri ekonomik imtiyaz, askeri teknoloji ve eğer gerekirse askeri müdahale vaatleriyle desteklemek.
  3. Sadece güç dengesi bozulduğunda ve ittifaklar artık sorunla başa çıkamaz hale geldiği zaman askeri müdahalede bulunmak.”[1] sözleriyle vurgulamaktadır.

Günümüzde ABD ile özdeşleşen, küresel gücün vaz geçilemez şartları, “yeterli nüfus, millî (aidiyet) şuur, köklü ve sıhhatli devlet yapısı, güçlü ve üretken ekonomi, güçlü silahlı kuvvetler”dir.

Bu kısa bilgilerden sonra, özet olarak diyebiliriz ki: İstikbal denizlerdedir. Deniz ticaretine hakim olan, Dünya ekonomisine hakim olur. Dünya ekonomisine hakim olan, Dünya’dan veya uzaydan her istediğini yaptırabilecek askerî güce ulaşır. (Bu konular ayrı bir konu olarak ele alınacaktır.)

Türkiye-Çin arasındaki gelişmeler (yumuşama), bu küresel gelişmelerin sonucudur. Konuyu ikili ilişkilerimiz açısından tartışabilmek için, Çin’in tarihî ve jeopolitik özelliklerine kısaca göz atmakta yarar vardır. Bu özelliklerin bir kısmı olumlu iken, bazıları olumsuz faktörler olarak dikkati çekmektedir.

Halihazırda Çin, Dünya’nın en eski devletidir. Geçmişi 4000 yıla dayanmaktadır. Toplum olarak da, en köklü milletlerden biridir.

Çin, uzun asırlar boyunca, kapalı toplum özelliğini korumuştur.  Bunun doğal sonucu olarak, dinamizmini kaybetmiş ve statik bir toplum halinde kalmıştır.

Çin’in sosyo-ekonomik değişimi, 19. yüzyıl ortalarında Batı’ya açılmasıyla başlamıştır. Bu yıllarda Portekiz, İngiltere, Fransa ve ABD ile ticari ilişkiler kurmuşlardır. Özellikle İngilizler, Hint pamuklukları ve afyonunu, Çin’de çay ve ipekle değiştiriyorlardı. Çinli yöneticiler bu ticaretten rahatsız olarak, afyon ithalini yasakladılar. Bunun üzerine başlayan Çin-İngiliz savaşı, 1842’de İngilizlerin galibiyeti ile sona erdi. Yapılan anlaşma ile beş Çin limanı İngilizlere açıldı ve Hong Kong Adası da İngilizlere bırakıldı. Daha sonra aynı haklar ABD ve Fransa’ya da tanındı. Bu savaşlara “Afyon Savaşı” adı verildi.

Çin denizi kenarındaki şehirlerde yaşanan ekonomik hareketlilik, iç ve sahil kesimler arasında sosyo-ekonomik açıdan derin farklar yarattı. Çin’in homojen yapısı bozuldu. Mao döneminde yaşanan katı komunist sistem, tüm Çinlileri asgaride birleştirerek homojeniteyi sağladı.

Mao sonrasında değişen idari yapı, adı komunist olsa bile liberal özelliklere sahipti. Çin’in sosyal yapısında 1850’lerde yaşanan sıkıntıların tekrar ortaya çıkmasına sebep oldu.

Günümüz Çin’ini stratejik açıdan 3 olumsuz, 3 olumlu faktöre sahiptir. Olumsuz faktörleri Fiziksel olarak soyutlanması, deniz gücünün zayıflığı ve statik yapısıdır. Olumlu faktörleri ise, nüfusu, yeraltı zenginliği ve binlerce yıllık devlet geleneğidir.

Bu çalışmada sayılan faktörlerden ikisi üzerinde duracağız: Bunlar Dünya’nın 1/6’sını içeren nüfusu ve yıllık % 9.5 artışlara ulaşan ekonomik gücüdür.

Nüfus: Çin’in toplam nüfusu 1.226.269.624’tür. (Son rakamların 1.300.000.000’e yaklaştığı ifade edilmektedir.)

Gerçek Çinlileri oluşturan Han soyunun oranı % 92.69’dur. Bu orana, yaklaşık dört bin yıldır, Çin’e girerek milli kimliklerini kaybeden gruplar da dahildir. Nitekim Antropolojik olarak, kuzey ve güney Çin’de bulunan insanlar arasında belirgin farklılıklar dikkat çekicidir. Kuzeyde oturanlar nisbeten daha uzun boylu ve kemikli iken, güneyde oturanlar daha kısa boylu, ince kemikli, sarı benizli olup; sarı ırkın özelliklerini taşımaktadırlar. Mustafa Kafalı Hoca’nın tespitlerine göre, kuzey Çin’de yaşayanlar, sosyal yaşamları ve mutfak kültürleri itibarıyla da daha Türk’türler. Hemen belirtelim antik çağlarda geçen Çin hanedanlarının çoğunluğu proto Türk ve/veya Türk kökenlidir.

Çin, toplam 56 etnik gruptan oluşmaktadır. Bunlardan, Uygurlar, Kazaklar, Kırgızlar, Salarlar, Özbekler, Yugular ve Tatarlar Türk’türler. Halha, Dongxiang, Tu, Dahur, Bao’an grupları Moğol asıllıdırlar. Müslümanların oranı % 1.76’dır. Türklerin oranı ise % 0.7’dir.  Çin resmi istatistiklerinde düşük gösterilen Doğu Türkistan nüfusu, bizzat Doğu Türkistanlıların tahminine göre aslında 40 milyondan fazladır ve bunun ~29 milyonunu Türkler teşkil etmektedir. Diğer bölgeler de göz önünde alındığında Çin’deki Türk nüfusun çok daha fazla olduğu açık bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çin doğum kontrol çalışmalarının en katı şekilde uygulandığı ülkelerin başlında gelmektedir. Doğurganlık oranı 1970’de yüzde 5,8 iken; tek çocuk politikasının uygulanmaya başlamasının ardından bu oran, 1979’da yüzde 2,7’ye 2009’da ise yüzde 1,5’ye düşmüştür.  1981′de çıkartılan evli­lik yasasına göre kadınlar 23, erkekler 25 yaşında evlenebilmekte ve birden fazla çocuğu olan aileler para cezası ödemek zorunda kalmaktadır. Bu yasa başlangıçta Türkler arasında kadınlar için 20, erkekler için 23 yaşında evlene­bilme zorunluluğunu getirmiştir. Bu kararda Türklerin daha çok kırtsal kesimde yaşamaları ve tarım-hayvancılıkla geçinmeleri etken olmuştur.

Başlangıçta olumlu gözüken ve hızlı büyümede etken olduğu düşünülen bu uygulamanın, geç dönemde ciddî olumsuz etkileri ortaya çıkmıştır. Doğum kontrolü yapılan tüm ülkelerde ortaya çıkan bu sorunlar günümüz Çin’i için çok ciddi handikaplar oluşturmaktadır.

Sosyo-ekonomik olarak, “tek çocuk” sendromu diyebileceğimiz bu tabloda başlıca olumsuzlukları şöylece sıralayabiliriz:

  1. Tek çocuklu ortamda yetişen bireylerde psikososyal sorunlar ciddi oranda yüksektir. Toplumsal uyumsuzluk sorunu giderek artmaktadır.
  2. Özellikle kırsal kesimde uygulanan doğum kontrollerinde, erkek çocuklar tercih edilmektedir. Son 50 yılda giderek daha yaygın uygulanan ultrasonun bebeklerin cinsiyetini tespite imkân vermesi, istenmeyen kız çocukların alınması ile sonuçlanmaktadır.[2] Bunun geç dönem sonucu ise erkek nüfusun fazlalığıdır. Üçüncü dünya ülkelerinde (Çin de dahil) ultrasonun 1980’lerden sonra yaygınlaşması ile günümüzde yaşayan üreme çağındaki nüfusta kadın eksikliği dikkat çekici boyutlara yönelmiştir. Nitekim, bugün Çin’de 100 kız bebeğe karşı, 118 erkek bebek dünyaya geliyor. Toplam nüfusta, ortalama 119 erkeğe 92 kadın düşüyor.
  3. Demografik olarak toplumların nüfuslarını muhafaza edebilmeleri için kadın başına doğum oranının 2.1’in altına düşmemesi gerekmektedir. Günümüz Çin’inde ise,  1990’da binde 21,06 olan doğum oranı, 2008’de binde 5,87’ye düştü. Bu oranlara ve koruyucu-tedavi edici sağlık hizmetlerindeki yaygınlaşmaya bağlı olarak yaşam süresinin uzamasına bağlı olarak, Çin hızla ihtiyarlamaktadır. Şimdilerde 32 olan ortalama yaşın, 2040’ta 44 olması beklenmektedir. Buna parelel olarak Çin’de 2020 yılında çalışan nüfus olan 15-64 yaş grubunun, toplam nüfusun yüzde 65’ini oluşturacağı; 2050’de ise nüfusun nüfusun dörtte birinin 65 yaş ve üzerinde (çalışmayan emekliler) olacağı tahmin edilmektedir. Gelişmişlik düzeyi ile bu olumsuz istatistikler daha da ciddileşmektedir. 2050 yılı itibarıyla ABD ve Japonya’da nüfusun günümüzdeki rakamların altına ineceği, 65 yaş üzeri emekliler grubunun % 40’a kadar ulaşacağı tahmin edilmektedir.
  4. Genç nüfusun azalması, üretime geçiş yaşını da olumsuz etkilemiştir. Tarımsal toplumda, 8-10 yaşından itibaren üretime katılan bireyler, tek (veya az) çocuklu ailelerde uzamış eğitim ve üretime geç katılmayla sonuçlanmıştır. Doğum kontrolü uygulayan tüm toplumlarda (bizde de) görüldüğü üzere, az çocuklu ailelerde eğitim artmakta; buna parelel olarak gençlerin üretime katkıları zaman zaman 35 yaşına kadar uzayabilmektedir. Yüksek öğretim görmüş bir birey için, çalışmaya başlama yaşı 25-30’u bulmaktadır. BM’in tespitlerine göre gelişmişlikte önde gelen 25 ülkede eğitim süreleri 15-17 yıl arasında değişmektedir. Bu rakamlar, modern toplumlarda kalifiye olmak durumundaki bireylerin hayatlarının yarısından çoğunu üretmeksizin (toplumsal asalaklık?) olarak geçirdiğini göstermektedir. Aynı kişilerin aktif çalışma sonrası ortalama 10 yıl emeklilikhaklarını kullandıkları göz önüne alınırsa, doğum kontrolünün ekonomik hayata etkilerinin boyutları daha açık olarak ortaya çıkar.
  5. Çalışma yaşındaki grubun azalması; eğitim nedeniyle zihni-teknik kabiliyetleri yüksek kişilerin üretime katılmalarındaki gecikme de dikkate alınırsa, karşımıza çıkan “yeterkli iş gücünü bulamama” sorunu daha iyi anlaşılacaktır. Gelişmiş ülkelerde yaşanan bu sorun, sermaye yetersizliğine bağlı olarak sanayileşmenin geri kalmasının da katkılarıyla, Çin’de sorunun başka bir boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çin’i nüfus açısından kısaca özetlemek gerekirse: Kalabalık, yaşlı, istihdamm sorunu yaşayan fakir bir ülkedir. Ekonomik gücündeki büyüklük, nüfusunun kalabalıklığına bağlıdır. Ancak görünen bu büyük güç, dengesiz dağılım, sosyal yapısının homojen olmaması ve dış ticaretteki zaafiyetleri nedeniye ciddi sarsıntıya adaydır.

Ekonomi: Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) verilerine göre 2010 yılında Çin’in Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) 5.87 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı dönemde, Japonya’nın GSYH ise 5.45 milyar dolara ulaşmıştır.

2011 yılı itibarıyla satınalma gücü paritesine göre ülkelerin Milli Gelir Tutarları sıralamasında, ABD 14,660 milyar dolarla birincidir. İkinci sıradaki Çin 10,090 , üçüncü sıradaki Japonya  4.310, dördüncü sıradaki Hindistan 4,060, beşinci sıradaki Almanya  2,940  milyar dolardadır. Türkiye ise 960.5 milyar dolarla 16. sıradadır.

Çin’de kişi başına düşen milli gelir 7.000 dolar civarındadır.  2011 sonuna kadar Çin dış ticareti artıdadır. Çin’de 2011 yılı toplam ihracatı 1,9; ithalatı 1,74 trilyon dolar olmasına karşılık, 2012 Ocak ve Şubat aylarının blançosu negatiftedir. Sadece şubat ayına ait açığın 31.48 milyar dolardır.  Bu sonuçta ABD ve AB’i etkileyen ekonomik krizin rol oynadığı düşünülmektedir.

Öte yandan üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu Çin’in dış ticaretinde ABD’nin yeri ve rolüdür. Çin’in ihracaatında ABD’nin payı  % 21’in üzerindedir. Buna karşılık ithal ettiği ürünlerde ABD payı % 8’dir. Bu rakamlar Çin-ABD ekonomik ilişkilerinde, Çin ihracaatının baskın olduğunu göstermektedir. ABD ile yakın ilişkide olan ve etkileyebileceği ülkeler dikkate alındığında Çin ihracaatının % 80’inin ABD kontrolü altında oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu, dolaylı bir destektir.

Çin ekonomisinin gelişmesinde rol oynayan yurt içi faktörler şöylece özetlenebilir.

  1. Doğal kaynaklar noktasında dışarıya bağımlılığı yok denecek düzeydedir. Nitekim petrol dışındaki tüm yeraltı kaynakları Çin’de yeterli miktarda bulunmaktadır.
  2. İşgücü ucuzdur.
  3. Uluslarası patent yasalarını reddeden Çin, her türlü elektronik eşyayı çok ucuza kopyasını yapmakta ve çok düşük fiyatlarla uluslarası piyasaya sürmektedir. Patent haklarını kullanmaya çalışan firmalara, Çin patent Enstitüsüne kayıt yaptırmadıkları gerekçesiyle hak arama imkanı verilmemektedir. Nitekim Batı’da veya Japonya’da üretilen her teknolojik ürün, kısa sürede Çin’de kopyalanmakta ve bir Çin firması adına tescil edilmektedir. Bu uygulama Batılı şirketlerin hak aramalarına engel olmaktadır. Patent hakkı ve ucuz iş gücü aracılığıyla Batı piyasalarından çok daha ucuza elde edilen ürünler piyasaya hakim olmaktadır.
  4. Çinde henüz yeterli olamayan büyük sermayeye sunulan cazip teklifler, uluslararası ekonomik kuruluşların Çin’e yönelmesine sebep olmaktadır

Çin ekonomisinin gelişmesinde rol oynayan uluslararası faktörler ise şöyledir:

A. Son olarak super güçler,  bölgede gelişebilecek ve kendilerine karşı durabilecek güç odakları istememektedirler. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bölgede oluşan boşluğun, Japonya’ya, Rusya’ya, Hindistan’a ve hatta Türkiye’ye bırakılması istenmemektedir. Aksine çok kalabalık ordusuna rağmen, modern silahlardan yoksun Çin Ordusu’nun ve Batı’nın kontrolündeki ekonomisinin gelişmesi daha akılcı olacaktır. Burada hemen vurgulayalım ki, Çin Ordusu sayısal olarak güçlü olmasına karşın; 21. yy’ın gereği olan Okyanus ötesi etkinliği ve harekatı gerçekleştirme konusunda yeterli değildir. Nitekim Çin halen dahi Uçak gemisine sahip değildir. (Basında, yeni sipariş verildiği haberleri yer almıştır. Varyag ise modern bir uçak gemisi olmaktan öte, yüzen kütledir. Çağdaş uçak gemileri denizlerde hakimiyetin esas unsurudur. Günümüzde Dünya’daki toplam operasyonel uçak gemilerinin sayısı 22’dir. Bunların 11’i ABD’e aittir. İngiltere, Fransa, Hindistan, Rusya, İspanya, Brezilya, İtalya ve Tayland uçak gemisine sahip olan diğer ülkelerdir..)

B. Çin deniz ticareti için yeterli hazırlığını yapmamıştır. Günümüzde Çin ve Denizcilik “balık tutmaktan” ibaretmiş gibi görülmektedir. Nitekim, 1999’da 126 milyon 178.6 bin ton olan dünya balık üretiminin 41 milyon 512 bin tonunu Çin tek başına gerçekleştirmiştir. 2009’da Çin’de 45 milyon ton su ürünleri üretilmesine karşılık tüm AB üyelerinin toplam üretimlerinin 6.428 milyon ton olması dikkat çekicidir

C. Çin deniz ticareti için yeterli hazırlığını yapmamıştır. Günümüzde Çin ve Denizcilik “balık tutmaktan” ibaretmiş gibi görülmektedir. Nitekim, 1999’da 126 milyon 178.6 bin ton olan dünya balık üretiminin 41 milyon 512 bin tonunu Çin tek başına gerçekleştirmiştir. 2009’da Çin’de 45 milyon ton su ürünleri üretilmesine karşılık tüm AB üyelerinin toplam üretimlerinin 6.428 milyon ton olması dikkat çekicidir.

D. Batılı merkezlerin özel desteği ve izniyle ucuza elde edilen ürünleri piyasaya süren Çin, bu ürünlerini dış merkezlere göndermek için de Batı kaynaklı, deniz taşımacılık sektörüne muhtaç durumdadır. Çin’in dış ticaret filosu 34 milyon gross ton kapasite ile Dünya’da dokuzuncudur. Ondan da önemlisi stretejik olarak, Çin denizinden okyanuslara açılması, başta Japonya olmak üzere, Kore, Singapur, Vietnam gibi komşu ülkelerin kontrolünden geçmektedir. Söz konusu ülkelerin büyük kısmı, ABD ile yakın ekonomik-stratejik işbirliği içerisindedirler. Türkiye’nin deniz ticaret kapasitesi ise 5.946.844 gross tondur.

E. “The US-China Business Council”in analizine göre, 2010 yılında, Amerika’nın Serbest Ticaret Antlaşması bulunan Kanada (248 milyar dolar-2010) ve Meksika’dan (163 milyar dolar-2010) sonra en çok ihracat yaptığı ülke Çin’dir (91 milyar dolar-2010).  Buna karşılık, ABD’nin Çin’den 364 milyar dolarlık ithalat gerçekleştiriyor olması ve oluşan bu muazzam ticaret açığını da Çin’den borçlanarak kapatması dikkat çekicidir (Tablo 1). Ekonomistler, ABD ekonomisinin küresel ekonomik hakimiyetini sürdürüp Çin karşısındaki dezavantajlı konumundan sıyrılabilmesi için her yıl 500 milyar dolar daha az ithalat yapması; ihracatını artırması gerektiği görüşündedirler.

  1. Tablo 1. ABD-Çin dış ticaretinin yıllara göre değişimi (Milyar dolar)

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

2009

2010

ABD ihracaat

19.2

22.1

28.4

34.7

41.8

55.2

65.2

71.5

69.6

91.9*

  Yıllık değişim

18.3

14.7

28.9

22.2

20.5

32.0

18.1

9.5

-2.6

32.1

ABD ithalat

102.3

125.2

152.4

196.7

243.5

287.8

321.5

337.8

296.4

364.9

Yıllık değişim

2.2

22.4

21.7

29.1

23.8

18.2

11.7

5.1

-12.3

23.1

Toplam hacim

121.5

147.2

180.8

231.4

285.3

343.0

386.7

409.2

366.0

456.8

  Yıllık değişim

4.5

21.2

22.8

28.0

23.3

20.2

12.8

5.8

-10.6

24.8

ABD dış ticaret açığı

-83.0

-103.1

-124.0

-162.0

-201.6

-232.5

-256.3

-266.3

-226.8

-273.1

* Bazı kaynaklarda bu rakam 102 milyar dolar olarak geçmektedir.
Kaynak: Source: US Department of Commerce; US International Trade Commission (ITC)

Table 2. 2010 yılında Çin’in ihracat yaptığı ilk on ülke ve toplam hacimleri. (milyar dolar)

Ülke Miktar
1 ABD 364.9
2 Hong Kong 218.3
3 Japonya 121.1
4 Güney Kore 68.8
5 Almanya 68.0
6 Hollanda 49.7
7 Hindistan 40.9
8 İngiltere 38.8
9 Singapur 32.3
10 Italya 31.1

Kaynak: PRC General Administration of Customs, China’s Customs Statistics

Tablo 3. 2010 yılında Çin’in ithalat yaptığı ilk on ülke ve toplam hacimleri. (milyar dolar)

Ülke

Hacim

1 Japonya

176.7

2 Güney Kore

138.4

3 Tayvan

115.7

4 ABD

102.0

5 Almanya

74.3

6 Australya

60.9

7 Malezya

50.4

8 Brezilya

38.1

9 Thayand

33.2

10 Suudi Arabistan

32.8

Kaynak: PRC General Administration of Customs, China’s Customs Statistics

Bu tabloların genel değerlendirmesi yapıldığında, Çin ekonomisinin ağırlıklı olarak ABD ve ABD ile yakın ilişkisi olan ülkelere bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır.

  1. Bu şartlar altında iken, “Çin’in yakın gelecekte ABD’ye karşı yeni bir super güç olması mümkün müdür?” sorusuna olumlu cevap vermek zor görünmektedir. Doğu Asya’da oluşturulacak güç dengesi içerisinde Çin, vazgeçilemez bir faktördür. Ancak, sıhhatsiz-oturmamış-ABD’ye bağlı ekonomisi, süper güç olmasının önündeki en büyük engeldir. ABD’nin Çin’den yaptığı ithalattaki vergi oranının % 1 artırılması Çin’de en az 15-20 milyon insanın yaşam standardının düşmesine yol açacaktır. Keza artırılacak vergi oranları, Çin’de bulunan Amerikan sermayesinin maliyetlerine yansıyacaktır. Artan maliyet, Çin mallarının dünya piyasalarındaki en önemli özelliği olan ucuzluk avantajının kaybolmasına yol açacaktır. Daha açık ifade ile, ABD’nin alacağı, Çin dış ticaretini etkileyecek ekonomik tedbirler, Çin’in güçlü ve büyük denen ekonomisini sarsmaya yetecektir.
  2. Gelişen Çin ekonomisinin ilerde yaratabileceği sorunlar, günümüzde görülmüş ve liberal ekonominin Çin’e girmesi için yapılan uygulamalar, bölgedeki diğer ülkelere kaydırılmaya başlanılmıştır. Kore, Singapur, Endonezya, Malezya, Avustralya uluslararası sermayenin yeni cazibe merkezleridir. Bu ülkelerde üretilen dış ticaret ürünleri, Çin’le aynı fiyattan ve hatta daha ucuza piyasaya girmeye başlamıştır. Çin ürünlerine uygulanacak kota ve arttırılacak vergilerin yanında, uluslararası piyasadaki bu rakipler Çin’in ekonomisine ve gelişmesine fren etkisi yapacaktır. Önümüzdeki on yılda Çin’i, duraganlaşma beklemektedir.
  3. Çin için bu tehlikeden kurtulmanın yolu, uluslararası siyaset ve ticarette yeni partnerler ve pazarlar bulmaktan geçmektedir. Bu sebepledir ki, son yıllarda Çin, Afrika’dan, Kuzey Avrupa’ya, Güney Amerika’ya, Okyanusya’ya kadar ticarî ve kültürel açılımlar içerisine girmiştir.

Türkiye-Çin ilişkileri ve geleceği

Millet olarak en eski ve köklü ilişkilerimizin bulunduğu devlet Çin’dir. Son dört yüzyıldaki Türk –Rus ilişkileri de dahil olmak üzere, millet olarak karşı karşıya kaldığımız ilk devlettir. Hatta bazı tarihi kaynaklarda ilk ve ebedi düşmanlarımız olarak gösterilmiştir.

Şüphesiz milli duygu ve reflekslerin asla köreltilmemesi gerekir. Bu millî şuurun gereğidir. Ancak bir başka gerçek de uluslararası ilişkilerde, “ebedi dost” veya “ebedi düşman”lar yoktur. Uluslararası ilişkilerde esas olan, millî stratejiler ve kısa-uzun dönem çıkarlardır. Hele hele, millî kin ve nefretlerin, uluslararası ilişkilerde tek ve mutlak belirleyici olması asla kabul edilemez. Çünkü kin ve nefret, tarafların büyüklük ve erdemlerini birbirine eşitler. Millî kin ve nefretle uluslararası politika yapılması, o milletin küçüldüğünün ve güçsüzleştiğinin göstergesidir.

Bu temel prensiplerin eşliğinde, Türk-Çin ilişkileri, Avrasya jeopolitiği, Orta Asya’daki (bilhassa Doğu Türkistan’daki) Türklerin sorunları ve ticaret olarak incelenmelidir.

  1. Yakın zamana kadar Türkiye ile Çin arasında sınırlı bir ticaretin dışında fazlaca ilişki yoktu. Doğu Türkistan’daki nüfus ve Çinlileştirme politikaları nedeniyle ikili ilişkilerde zaman zaman gerginlikler yaşansa da, çok ciddi bir çatışmadan söz edilmiyordu. Bununla beraber, Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra Çin’in gözünü Orta Asya’ya (Türk devletlerine) çevirmesi ile hakimiyet- etki sahası çatışmaları başladı. Bu dönemde Çinli stratejistler, “Çin için Türkiye sınırı Kafkasya’dır”; ve “Türkiye Kafkaslarda durdurulmalıdır” görüşünü dillendirmeye başladılar. Şüphesiz bu ifadelerin bu kadar serbestçe ve fütursuzca kullanılmasında, ekonomik gelişmelerinin yarattığı “ekonomik güven” de etkili olmuştu.

Bu görüşler 15 yılda tartışılır hale geldi. Olay, “yüzlerce yılda yetişen çınar ağacının, boyuna bir mevsimde yetişen sarmaşığa” benziyordu. Hızla gelişen ekonominin ve uluslararası ilişkilerin sıhhatlerinin tam olmayacağı düşünülememişti. Binlerce yılda oluşan durağan iç yapısı ve son kırk yıldır komunist sistem altında yaşamaya alışmış olan toplumlarını, kısa sürede, liberal-kapitalist sisteme sorunsuz olarak geçiremiyebileceklerini düşünmeleri gerekirdi. Çin’deki, liberal sistemin inşasının çökme ile sonuçlanabileceğinin düşünülmesi gerekirdi. Çinli stratejistler burada hata yaptılar. Küresel gücün, Asya’nın doğal kaynaklarını kendilerine bırakmayacağını anlayamadılar. Kendilerine uygun görülen, “bölgesel güç dengesinde bir faktör” rolünü yanlış yorumladılar. Küresel güç olma noktasına gelindiklerinde, durdurulmak istenecekleri aşikârdı; hesaplayamadılar.

Sovyetler sonrası, Çin stratejisini tam olarak anlayabilmek için “Şanghay Altılısı” olayını da değerlendirmek gerekmektedir. Şanghay’da, 1996 yılında Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) kurulmuştur. Uluslararası siyaset terminolojisinde kısaca “Şanghay Beşlisi” adıyla anılmaya başlayan örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın katılımıyla “Şanghay Altılısı” adıyla anılmaya başlanılmıştır. İzleyen yıllarda Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan da gözlemci statüsüyle örgüte katılmışlardır.

Şanghay Altılısı, Çin Halk Cumhuriyeti liderliğinde kurulan bir örgüttür. Başlangıçta Rusya-Çin arasındaki sınır sorunlarının halli ve ekonomik işbirliğini amaçlıyor görünse de, zaman içerisinde üyeleri arasında siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel bağların oluşmasıyla, ABD ve Batı bloğunun karşısındaki ikinci blok olarak yorumlanmaya başlanılmıştır. Birçok stratejiste göre örgütün kurulmasında, Çin’in hedefleri ekonomik dış pazarların temini, artan enerji ihtiyacının karşılanması ve yeni küresel güç olmadır. Bu çalışma ile Çin ve Rusya, hem Orta Asya’nın doğal kaynaklarını kontrol etmeyi, hem de Türkiye’nin etki sahası olan kardeş Türk Devlet ve topluluklarını yanlarına çekmeyi amaçlamışlardır. ABD’nin Hind Denizi ülkeleri üzeriden gerçekleştirdiği Afganistan harekâtına kadar, başarılı da olmuşlardır. Bu süre zarfında Türkiye Cumhuriyetinin Orta Asya planından söz etmek mümkün değildir. Bizim coğrafyamız, kardeş ülkelerimiz ve etki sahamız olarak adlandırdığımız bu bölgedeki varlığımız ve geleceğimiz, TSK’nın yaptığı millî-askerî çalışmaların yanında, dış kaynaklarca desteklenen sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına terk edilmiştir. Son on yılda ise, ABD tarafından bölgede oluşturulan güç dengesi senaryosuna uygun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk Dünyası ile ilişkisi koparılmıştır. (Orta Asya’daki Türk Coğrafyası ve geleceğinin tartışılması ayrı bir konu olarak ele alınacaktır.)

  1. Son olarak, Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerinin boyutuna göz atmakta yarar vardır.

Türkiye genellikle dış ticarette açık veren ülkedir. Söz konusu açık daha çok teknoloji-sanayi ürünleri ithal ettiğimiz ülkelerde oluşmaktadır. Dış ticaret açığımızda ilk sırayı Rusya, ikinci sırayı Çin almaktadır. 2009 yılında Çin’e ihracat-ithalatımız 1,6- 12,7 milyar dolardır. 2010 yılı ticaretimiz ise 2,269-17,181 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. (Şekil 1) İhracaatımızın yaklaşık % 90’ı ham madde, mineraller ve kimyasallardan oluşmaktadır (Şekil 2). İthalatımızın önemli bir bölümü yatırım malları ve ara mallar (%76), geri kalanını ise tüketim malları (%24) oluşturmaktadır (Şekil 3).

Dış ticaret fazlamız, Avustralya, Azerbaycan, Cezayir, Danimarka, Fas, Gürcistan, Hırvatistan, İsrail, İsviçre, Kanada, Kuveyt, KKTC, Liberya, Lübnan, Marshall Adaları, Sırbistan, Slovenya, Suudi Arabistan ve Türkmenistan gibi sanayin gelişmediği ülkelerle olan alışverişlerimize bağlıdır.

 

Şekil 1. Türkiye-Çin dış ticaretinin yıllara göre gelişimi[3]

 

Şekil 2. Çin’den ithalatımız[4]

 

Şekil 3. Çin’e ihracat ürünlerimiz3

 

 

Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti mevcut ilişkilerinde son durum: Türkiye Cumhuriyeti Çin’le ilişkilerini son yıllarda geliştirme gayreti içerisinde olmuştur. Bu gayret, Çin’in yaşadığı jeopolitik ve ekonomik sıkıntılarının da katkısıyla, karşılıksız kalmamıştır. 2011 yılı itibarıyla Ekonomik İşbirliği, İpekyolu ve müteahhitlik hizmetlerini kapsayan “Ortak Çalışma Grupları” kurulması kararı alınmıştır. Bu çerçevede 2011 ve ilerleyen yıllara şamil olmak üzere, “gıda güvenliği anlaşması”, “Türk tütününün Çin’e ihracatı” ve “sivil havacılık alanında işbirliği” çalışmaları başlamıştır. Keza, “Çin’in önemli zincir mağazaların alım müdürlerinin ve basın mensuplarının ülkemize davet edilmesi” gündeme gelmiştir. Tüm bunlara ek olarak, “Sincan-Uygur Özerk Bölgesinde ‘Türk Sanayi Bölgesi’ Kurulması Projesi” kabul edilmiştir.

Tüm bahsedilen gelişmelerden sonra, Türkiye-Çin ilişkilerinde yaşanan bu gelişmeleri yeterli ve başarılı bulmak mümkün değildir. Tütün satarak Türkiye’nin zenginleşeceğini beklemek safdilliktir. Tarım ürünleri konusunda Türkiye ve Çin’in birbirlerine rakip olabileceği tek temel ürün fındıktır. Maalesef, anlaşmalarda fındıkla ilgili Türkiye lehine herhangi bir konu kaleme alınmamıştır. “İpek yolu” anlaşmasının Türkiye’ye katkısı çok az olacaktır. Bu yolla Çin, kısıtlı olan deniz taşımacılığına yeni bir imkân sağlamıştır. Ürünlerini Uzak Doğu’dan Avrupa’ya kadar ulaştırabilecektir. İpek yoluyla Çin, Türkiye’ye sanayi ve teknoloji ürünlerini daha rahat satarken, Türkiye sadece tütün ve doğal kaynaklarını Çin’e daha rahat gönderebilecektir.

Bu uygulama bu haliyle Türkiye-Çin dış ticaretindeki açığımızın daha da artmasından başka hiçbir sonuç vermeyecektir. Doğu Türkistan bölgesinde kurulacağı bildirilen “Türk Sanayi Bölgesi” ise, millî duygusallığımızı tatmin için ağzımıza sürülmüş bir parmak bal hükmündedir. O’nun da gerçekleşme zamanı açık değildir.

Türk-Çin ilişkilerinde stratejik hedefimiz ne olmalıdır?

 “Biz yardım istemiyoruz. Biz sizinle ticaret yapmak istiyoruz”

Turgut Özal

Dış ticarette Türkiye aleyhine açık veren hiçbir ilişkiyi kabul etmemiz, temelden mümkün değildir. Milli hedefimiz, dış ticarette artıya geçmek olmalıdır. Çin’le ilişkilerimizde de aynı bakış açımız geçerlidir. Mevcut anlaşmalarımız millî menfaatlerimiz açısından kesinlikle yetersizdir.

Çin’le dış ticaretimizde, tarım ürünlerinin yeri son derece kısıtlı olacaktır. Doğal kaynaklar ve bilgi transferine ağırlık vermemiz gerekir. Bu noktada sorunumuz, dünya bilgi transferi açısından bulunduğumuz yerin ticarete uygun olmamasıdır. Çin’den alınan sanayi ürünleri devletimiz açısından gerekli olmakla birlikte, uygulamalarımız akılcı değildir. Türkiye, Çin’den sanayi ürünleri almak yerine, teknoloji almalı ve bilgi paylaşımına girmelidir.

Öte yandan gelecek on yılda, Çin’in dış ticareti ihracat sıkıntısına girebilir. Komşu ülkelerde üretilen ve ABD (ve hatta Japonya) tarafından desteklenen ucuz sanayi ürünleri, Çin ekonomisini yeni pazarlar aramaya itecektir. Türkiye, bu noktada, Osmanlı’dan devraldığı emperyal potensiyeli ve etki sahalarını kullanmalıdır. Çin’in girmekte zorlanacağı bölgelere girmesi için, uluslararası sermayesini oluşturmalıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, 250 milyonluk Türk Dünyası’nın tamamına ve 3,5 milyarlık İslam Alemi’nin çoğunluğuna hitap edebilecek yegane devlet, Türkiye’dir. Bu özellik Çin’in sanayi ürünleri için distribütörlük yapabilmemizi kolaylaştıracaktır.

Zor ve afaki görülen bu hedefler gerçekte hiç de uzak ve zor değildir. Başarı için üç şeye ihtiyacımız bulunmaktadır: Devletimizi yönetecek millî kadrolar, Uluslararası ilişkilerde millî stratejilere ve küresel güçlerin isteklerinden önce millî menfaatleri önde tutan millî sermayeye……..

Zor mu? Asla!….

İmkansız mı? Öyleyse, biraz zaman alabilir………..


[1] George Friedman. Gelecek On Yıl. Pegasus Yayınları 1. Baskı, İstanbul 2011. S 51.

[2] Ultrasonla gebelerde çocuk cinsiyetinin tespiti 3.5 aydan sonra mümkün olmaktadır. Tıbbi kural olarak –özel durumlar dışında- kürtajın 3. aydan sonra yapılması kabul edilmemektedir. Buna rağmen Çin’de ilerlemiş gebeliklerde kürtaj yapıldığı bildirilmektedir.

[3] Ankara Strateji Enstitütsü, Türkiye-Çin ilişkileri Şubat 2012.

[4] http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke.cfm?id=%C3%87in%20Halk%20Cum.#raporlar

 

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Değişen Uzak Asya Jeopolitiği ve Türkiye-Çin İlişkilerine Etkileri için bir cevap

  1. Blogunuza anlamak için zevk. Yukarıdaki makale oldukça sıradışı ve ben gerçekten blogunuza ve ifade noktaları okuma zevk. Ben gerçekten, tipik bir şekilde tekrar görünür konusu içinde çok daha fazla yazılan gibi. Paylaşım için teşekkürler … yazmaya devam!!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir