Yalan söyleyen tarih utansın! II (Yavuz dönemine dair)

“16. yy dan itibaren Osmanlı’da millilik vasfı kalmamıştır.”
Halil İnalcık

Tarihȋ olayların çarpıtılması-taraflı belge ve bilgi sunumu konusunda önde gelen dönemlerden birisi de Yavuz’un hükümdarlığına aittir. Gerek hükümdar oluşu, gerek hükümdarlığı süresince yaptığı işler, Şah İsmail ve Safevȋ devleti ile olan ilişkileri ve icraatlarının günümüze etkileri itibarıyla tartışılması; hem de ciddȋ şekilde tartışılması gerekmektedir.

Hemen belirtelim ki Yavuz dönemi, askeri anlamda deha olarak adandırılabilecek başarılara konu olmakla birlikte,siyaset ve devlet yönetimi açısından objektif olarak değerlendirilmekten uzak kalmıştır.
Karşısında bulunan Türk hanedanları ile olan savaşlarda, “haklılık” veya “haksızlık” tartışmalarından öte yapılan hataların tartışmaya açılması yerinde olacaktır. Zira günümüz Türk aydınlarına düşen görev, geçmişimizin “bahtsız” savaşlarına taraf olmaktan ziyade geçmişin hataların ders almaktır.

Bektaşȋ-sol kesime göre ise, Yavuz, Anadolu’da yüz bin Türkmen’in katlinden sorumludur. Türklükle alakası yoktur. Şiirlerini bile Arapça-Farsça yazmıştır. Şah İsmail ise, Türk asıllı olup, Türkçeyi kullanan (Türkçe şiirler yazan) bir kahramandır. Keza dönemin önde gelen şahsiyetlerinden Pir Sultan Abdal da büyük bir Türk şairidir. İdamı, Osmanlı’nın zulmünden başka bir şey değildir.

Önce çok kısa olarak Pir Sultan’dan bahsedelim.

Doğrudur: Pir Sultan, Türkçeyi en düzgün kullanan şairlerimizden biridir. Alevi-Bektaşi camiası tarafından “yedi ulular” olarak bilinen ozanlar arasındadır. Olağanüstü güzellikte lirik şiirleri vardır. Çoğu türkü olarak okunmaktadır.

Ama….

Yedi uluların neye göre seçildiği tartışmasını ayrı bir incelemeye bırakarak, soralım: Pir Sultan Abdal’ın idamının sebebi bu lirik şiirleri veya olağan üstü güzellikteki nefesleri değildir. Kavgaya giren Ozan’ın, “İstanbul’a varalım; padişahın sarayını başına yıkalım” mealinde şiirleri de vardır.

Bir tarafta kendisine isyanı kabul etmeyen/etmemesi gereken devlet; diğer yanda olağanüstü yetenekli ama devletine isyan eden ozan…..
Sonuç: Sayın Osman Kara’nın tespitine ulaşmaktadır. “Eğer 1500’lü yıllarda Banaz’da yaşayan Pir Sultan olsaydım, Osmanlı’ya isyan ederdim. Eğer o yıllarda Sivas Valisi Hızır Paşa olsaydım, Pir Sultan’ı idam ederdim.”

Günümüzde bize düşen: devleti veya ozanı suçlamak değil, olayı zamanının şartları altında incelemek ve dersler çıkarmaktır. Azerbeycan Devletinin kurucuları arasında sayılmaktadır. Şiirlerini Türkçe söylediği ileri sürülmektedir. Gençlik döneminde Erdebil ekolüyle tasavvufa ilgi duymuş; giderek bu ilgi “vahdet-i vücud”la ilişkili söylemlere ulaşmış ve en son olarak Hurufȋliğe kadar uzanmıştır. Son şiirlerinde “Ben Allah’ım” anlamına gelecek dizeleri mevcuttur.
Şah İsmail: Azerbeycan Türklüğü’nün sembol ismidir. Sünni Osmanlı’nın gözünde “zındık-kafir”, Safevȋlerin gözünde yüce bir bilge/kahramandır.
Gerçekte ise, Şah İsmail’in Türkçe şiirlerinin yanında Farsça şiirleri de bulunmaktadır. Osmanlı ile mücadelesi bir inanç mücadelesi değil, iktidar mücadelesidir. Ordusunda sünni Türkmenler bulunduğu gibi; Osmanlı ordusunda da Alevȋ-Bektaşȋler bulunmaktadır. Dahası ve en önemlisi, Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerlemesini durdurmak isteyen Avrupa Devletleri ile anlaşmalar yaparak, Osmanlı’ya karşı cephe açmıştır. Hatırlayalım ki, 1482’de İtalya ve Vatikan’ın fethi için görevlendirilen Gedik Ahmet Paşa’nın geri çekilmesinden sonra Osmanlı’nın Batıya yönelmesi için kırk sene geçmesi gerekmiştir.

Bu tespitlerimizden sonra tekrar vurgulayalım: tarihteki hiç bir olayı tekrar tartışmaya açmak; hele hele taraf olmak gibi bir arzumuz yoktur. Hakkımız da olamaz. Pir Sultan da bizimdir, Karacaoğlan da, Yunus Emre de, Hatayi de, Yavuz da…

Olayın diğer tarafına bakacak olursak….

Yavuz Sultan Selim’in sekiz yıllık hükümdarlık dönemi, olağanüstü askerȋ başarılarla doludur.

Sina çölünü geçmesi, çölde yapılan iki savaşı kazanması, imparatorluğun doğu sınırlarını emniyete alması bu başarılan örnekleridir. Kazanılan savaşlardan sonra’nın Topkapı Sarayı’nın hazine dairesini altınla doldurması ve “benden sonra her kim ki burayı gümüşle doldura, kapıya kendi mührünü vura” vasiyeti hafızalardadır.

Şiirleri genelde Arapça-Farsça olmasına karşın; çok az sayıda Türkçe de vardır.

Sünni kesimin gözünde, evliyaullah düzeyinde çok büyük bir padişahtır.
Alevȋ-Bektaşȋ kesim ise, döneminde ve devamında yaşanan Alevȋ katliamı nedeniyle hiç sevmezler. Hatta o kadar ki, çocuklarına Yavuz veya Selim ismini hiç koymazlar.

Yavuz dönemine ait siyasi ve sosyal olayları ve dahi günümüze etkilerini iyice anlayabilmek için bir kaç konuyu dikkatlice değerlendirmemiz gerekir.

Bunlar:
1. Doğuya iskan edilen Türkmen oymak-aşiretleri,
2. İdris-i Bitlisi ve 1514 tarihli Amasya Andlaşması,
3. İstanbul’a getirilen bilim adamları,
4. Yavuz Sultan Selim’in şehzadeleri,

Hemen belirtelim, ilk üç husus günümüz Türkiye’sinin başındaki en ciddi problemlerin kaynağıdır.

Doğuya iskan edilen Türkmen oymak-aşiretleri,

Yusuf Halaçoğlu, günümüz Türkiye’sinde “kürt” olarak bilinenlerin % 80’inin “Türk” asıllı olduklarını belirtmiştir. Haklıdır. Yaptığı 6 ciltlik “Anadolu’da Aşiretler Cemaatler Oymaklar (1453-1650)” adlı çalışmasında, kürt olarak bilinen sayısız aşiretin Türk kökenlerini açıkça ortaya koymuştur. Bu çalışması için milletimiz ve gelecek nesillerimiz adına teşekkür borçluyuz.

Sorulması gereken sor,”bu aşiretlerin ne zaman ve nasıl kürtleştikleri”dir.

Kürt tarihine ilişkin en eski yazılı kaynak, Bitlis Meliki Şerefhan tarafından 1597 yılında yazılan “Şerefname”dir. Şerefname “Kürtleşen Türkmen oymak ve aşiretleri” konusundan hiç bahsetmez. Zira,Kürtleşen Türkmenler içine yaklaşık yüz yıl önceye gitmek gerekmektedir. Kürt kimliğinin cazip hale gelmesi veya bölgeye iskan edilen Türkmenlerin Kürt kimliğini kabul etmeleri ve dahi Kürtçe konuşmaya başlamaları Osmanlı-Safevi çekişmesine paralel olarak gerçekleşmiştir. Osmanlı ve günümüz tarihçileri Osmanlı-Safevi çatışmasını her ne kadar mezhep çatışması olarak göstermeye çalışsalar da gerçekte bu savaş, iki Tük hanedanı arasındaki menfaat savaşıdır. Mezhep faktörü kullanılan bir araçtır. Sünni taraf olan Osmanlı, çoğunluğu Şafi (sünni) olan Kürdleri kendi yanına çekebilmek için batınȋ-sünnȋ mezhep farklılığını kullanmıştır. Hemen belirtelim o dönemde bir Kürt milliyeti söz konusu değildir. Günümüzdeki anlamda “Alevilik” diye bir terim/tanımlama da kullanılmamaktadır.

Burada yaşanmış bir olaydan kısaca bahsetmek istiyorum:

Çaldıran Savaşı sonrasında, Yavuz Sultan Selim tarafından, Çemişkezek Beylerinden Kara Cimşid Bey’e destek olmaları için bölgeye gönderilen Urfa’daki Bucak aşireti (Kayı Boyuna ait Karakeçililer) ile aynı soydan olan Koç Mehmet, Kasım ve Hüseyin adlarında üç kardeşin, Palu’nun doğu bölgelerine (Ardurek-Govdere-Gökdere) gönderilmiş ve bu üç kardeş, bölgeye hakim olarak aşiretlerini oluşturmuşlardır. Zaman içerisinde, Koç Mehmet Bey, Gökdere ve çevresine yerleşmiş; Hüseyin Bey, bugünkü Tunceli-Erzurum bölgesine hâkim olmuştur. Soyundan gelenler Şah Hüseyinler (Çarekan-Çaruklu? da derler) aşiretini oluşturmuşlardır. Kasım Bey ise Yukarı Bulanık bölgesine yerleşmiş; daha sonra Kasıman Aşireti olarak gelişerek geniş bir bölgeye yayılmışlardır. Halen her üç aşiret de kendilerini Zaza olarak tanımakta iken son yıllarda Devletimizin uyguladığı hatalı politikalar sonucu Kürt üst kimliği ile tarif etmektedirler.

Halen dahi bu üç bölgedeki aşiretler (soylar) birbirlerine “amca çocukları-emmi oğlu” şeklinde hitap etmektedirler. Öte yandan Anadolu’da yaşayan Yörük-Türkmenlerin, birbirlerine, “emmi oğlu” veya “emmi uşağı” olarak hitap ettikleri de bilinen bir gerçektir.

Günümüzde, Kasıman, bölgedeki en büyük Zaza aşireti olup, Hasanan, Bekran, Venan ve Mehmedan olarak dört kola ayrılmaktadır. Bu ayrımın temelinde Kasım Bey’in oğulları bulunmaktadır..

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir