Camilerimiz ve Kaybolan Estetiğimiz

Türk-İslam mimarisinde camiler özel bir yere sahiptir. Öncelikle etrafı açıktır. Yakınlarında –külliye halinde olanlar hariç- binalar bulunmaz. Külliyelerde ise imarethanesinden, dar-üs şifasına, medresesine kadar olan binalar belirli ölçüler içerisinde bulunurlar. Minareler, -diğer İslam ülkelerdeki küt yapıların aksine-, kalem veya süngü gibi göklere yükselir. Kalem ve süngü ehli oluşumuzdandır. Bu sebeplerledir ki, Türk-İslam şehirlerinin en belirgin özelliklerinin başında, uzaklardan görülen camiler ve minareler gelir.

Kubbeli cami geleneği, Osmanlılar döneminde gelişmiştir. Eski camilerimizden çatılı olanlar sıklıkla Selçuklu dönemine aittir. Kubbeli camilerin tamamı ise Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine aittir.

Klasikleşmiş Türk-İslam camilerinde çınar (bazen çam veya ıhlamur ağaçları), şadırvan, geniş avlu, son cemaat yeri, camiden uzakta veya yeraltında tuvaletler olmazsa olmazlardır. Yazın en sıcak günlerinde dahi çınarların gölgesinde su sesleri arasında şadırvan sohbetleri gündelik yaşamımızda özel bir yere sahiptir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, o zevki “Bursa’da Zaman” adlı şiirinde ölümsüzleştirmiştir:

“Bursa’da eski bir cami avlusu,

Küçük şadırvanda şakırdayan su.

Orhan zamanından kalma bir duvar…

Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Eliyor dört yana sakin bir günü.

Bir rüyadan arta kalmanın hüznü

İçinden gülüyor bana derinden.

Yüzlerce çeşmenin serinliğinden

Ovanın yeşili göğün mavisi

Ve mimarilerin en ilahisi.”

Kubbeden avluya kanat açan güvercinler, şadırvandan su içerler. Sanki hiç ölmezler, öldürülmezler… Sevr mağarasında kurdukları yuvanın hatırına… Ağ güvercin donunda Anadolu’ya gelen Alperen’in hatırına…

Şadırvan kenarında oturmuş, ezanı ve son namazı bekleyen sözsüz gönül sohbetindeki, ölümü geçmiş ölümsüzlerin yerine dua ve raks eden, güvercinler…

“Konsun -yine- pervazlara güvercinler;

‘Hu hu’ lara karışsın ‘Amin’ler…

Mübarek akşamdır;

Gelin ey Fatiha’lar, Yasin’ler! (A.N.Asya)

Taştan kalın duvarların içinde, yazın serin, kışın daima ılık, küçük pencereli, loş camiler… Yerlerde bağışlayanı toprak olmuş eski halılar. Gözün ışığa, kulağın sese kapandığı, gönüllerin huzura açıldığı, sessiz selamların alıp-verildiği camiler…

Cami duvarında asırlık taşlar.

İçinden geçen nefesler ve yok olan nefislerle yüzlerce yılda delik deşik olmuşlar..

Orda herkes cemaat… Orda herkes geçmişle birlikte geleceğe davette…

Orda herkes yalnız.. Nefsiyle kavgada…

Orada yalnızca O’nun kelamı, sabadan okunmakta: “İnneddine indallah-il İslam”

……

Eski camilere  birkaç örnek verelim..

Sekiz yüz yılı aşmış tarihiyle Çarşamba Göğceli Cami..  Hiç çivi kullanılmadan yapılmış, ağaç işçiliğinin şaheserlerinden olan bu yapı, birkaç yıl önce restore edildi. Huzur veren bir yer. Mezarlığın içerisinde…

Yapan ustaların, cemaatinden ahirete intikal edenlerin belki de kemiklerinin kalmamış olmasına karşılık, ağaç yapısıyla yüzyıllara ayak diremiş. Günde beş vakit cemaate ders veriyor: “Mağrur olmayın. Siz ve sizin gibiler göçüp gideceksiniz. Aslı odun olan ben, bu dünyada sizden daha fazla kalıcıyım!”

Amasya Çilehane Cami: Adını caminin iki kenarında dervişler için yapılmış çilehanelerden alıyor. Osmanlı döneminde Halveti tarikatının kontrolünde imiş. Külliyenin içinde eski Şeyh’in mezarı bulunmakta. Caminin iki yanında  toplam sayısı yirmiyi bulan hücreler. (Hücre: Dervişlerin nefis terbiyesi için kapandıkları ve uzun süreler dünya ile ilişkilerini kestikleri küçük odalar)

Amasya Beyazıt Cami. Beş yüz yılı aşan geçmişi ile, taşları aşınmasına rağmen hala ayakta. Etrafında Osmanlı külliyesi. Nefis bir mimari ve akustik. Kulaklardan gönüllere akan Şener Hoca’nın kıraati..

……

Yeni camileri sevemiyorum. Ruh, zevk, huzur ve güzellik olarak eskilerin düzeyinden çok geride kaldılar.

Örneklersek:

Samsun’daki yer altı camii..

Yerin altında cami mi olurmuş? Biz dinimizle gurur duyarız. Camilerimiz, imanımızın kaynağı ve göstergesidir. Yakışmamış…

Camilerin hemen duvar komşuluğunda yüksek yüksek binalar. Sanki –haşa- Allah’ın evlerine üstünlük taslamak iddiasında olan kulların evleri.. Gerçi Suudiler başlattılar bu işi önce. Kabe’ye komşu, Kabe’den daha yüksek kral sarayı yapıldı. Ardından yıldızı bol oteller sardılar, Kabe’nin etrafını.. Artık parası bol olanlar Allah’ın evine tepeden bakarak hac yapar oldular…

Samsun’da da bu durumun tipik örnekleri var. Ulugazi Cami en önde gelenlerinden..

Her adımda bir çirkin inşaat: Neymiş? Cami yapılıyormuş. Hatta o kadar ki, elli hanelik köyde birden fazla cami yapıldı. Şehirlerde yirmi metre ara ile camiler-mescidler açıldı. Ardından iddialaşmalar: “Senin camiin minaresi kısa. Benimki seninkinden iki parmak daha yüksek.” “Senin camiin yüz kişilik; benimki yüz on kişi alıyor.”

İşin garibi de bu çarpıklığa Diyanet’ten ciddi anlamda bir müdahale yok. Canı isteyen yüz elli metrekarelik bir dairesini camiye çeviriyor veya bağışlayarak cami yaptırıyor. “Estetik var mı?, Cemaat var mı?” soran yok. “Elli metre ötede cami var. Camiye ihtiyacı olan yerler var. Oralara yapın.” diyen yok.

Şadırvan geleneğimiz mi? Yalandan iki musluk neyimize yetmiyor? Su serinlikmiş. Su sesi ruhu dinlendirirmiş. “Musluğu aç; el-ayak bileklerini suya tut; serinler ve sesini dinlersin” diyecekler neredeyse.

Çınar-çam-ıhlamur ağaçları mı? Saksıda yetiştirin efendim. Hem istediğiniz yere de taşıyabilirsiniz (!).

Dört duvardan ibaret, merdivenle çıkılan camiler.. Ruhsuz ve çirkin. Büyük kısmının boyası-sıvası bile yok. Altlarında dükkanlar…

Cami altılarındaki dükkanlarda neler mi yapılır? İsterseniz Büyükçekmece’deki kilise-cami mimarisi karışımı olan Aksa Camiinde olduğu gibi market açtırırsınız; isterseniz tuhafiyeciye verip istediğiniz şeyi pazarlatabilirsiniz. Ticaret ve reklam yasak değil ya (?). Maksat para gelsin.

Samsun Salıpazarı Alanköy Camii de ondan farklı değil..

Elalem kilisesini-havrasını süsleyip- temizleyip pırıl pırıl tutarken biz kendi güzelliklerimizi ihmal ediyoruz. Çirkinlikleri İslam adına sunuyoruz. Bir yanda Sümela manastırına harcanan milyonlar-temizlik-estetik; diğer yanda en ufak depremde yıkılan estetikten yoksun, ruhsuz camiler…

Allah’tan eski camiler dayanıklı da, yıkılmayıp onurumuzu kurtarıyorlar. Nitekim Adapazarı ve Yalova depremlerinde yıkılan camilerin tamamı yeni yapılanlardı. Eskiler, onlara da dayandılar.

Sesi kısılan ezanlar, camilerin burnunun dibinde içki satan büfeler ve dükkanlar… Camileri tarikat oteline çeviren imamlar…

Her şeye rağmen dilerim ki: Eksilmesin imanlar.

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir